“Yalnız Kadınlar Arasında” yı okurken, sanki Tezer Özlü’yü, “Yaşamın Ucuna Yolculuk” u okuyormuşum gibi geldi bana…
İkisinin de ortak özelliği; hayal gücünüzü ve empati yeteneğinizi sonuna kadar kullanmanızı isteyerek, kulağınızın dibinde, değişmeyen ses tonlarıyla, -sizin de yaşayabileceğiniz, paylaşabileceğiniz- bir öyküyü anlatmalarıdır… Onların anlattıklarında hiçbir şey kaçmaz, uçmaz, mantıksız gelmez. Yani hiçbir şey kurgu değilmiş gibidir, derin bir gerçeklik duygusuyla sarar sizi; paylaşılamayan acılar da baş roldedir!
Ve kitabın son sayfasını okuyup bitirdiğinizde, gözleriniz çok uzaklara dalarken, ağzınızda bir acılık hissedersiniz, sarsılırsınız, sanki gizli güçler tarafından zehirlenmiş gibisinizdir… Ya da çok acı ama çok güzel bir yemeği yemiş gibi… Gözleriniz sulanmıştır, burnunuz akmaya başlamıştır ama damağınızda da olağanüstü bir tat kalmıştır.
Anladığım şu; Tezer Özlü, en sevdiği üç yazardan biri olan Cesare Pavase gibi ifade etmiş derdini dünyaya ve çok da iyi etmiş.
Gelelim kitaba…
Pavase, “Yalnız Kadınlar Arasında” da yaşam, ölüm, eşcinsellik, gençlik, yaşlılık ve ille de yalnızlığı, Roma’dan gelen yalnız bir iş kadını aracılığıyla, yalnız kadınlar arasında anlatmış. Ve elbette Torino’nun –Po Sokağı cidden çok güzeldir- bohem havasında, harika atmosferinde yapmış bunu…
Hepi topu 150 sayfa olan romanın son sayfasında ise okuru tek yumrukla nakavt etmiş… Bu kitap yayınlandıktan ve 1950 Strega Ödülü’nü aldıktan sonra da, tıpkı kahramanı Rosetta gibi, bir otel odasında…
Ve romandan;
“Düzen kurmak, bir başkasının varlığına dayanabilmek ve canın istemese de onunla yatmaktı. Para sahibi olmak ise yalnız kalabilme olanağı demekti!"
Unutmadan; harika çeviri nedeniyle Rekin Teksoy’a da teşekkür etmeli!