Üç senelik bir çalışmayla hazırladığım, Osmanlı şehnâmecisi ve tarihçisi Seyyid Lokmân’ın Zübdetü’t-Tevârîh isimli eseri hakkında önceki makalemde bilgi arz etmiştim. Bu yazımda da söz konusu eserden iki ilginç anekdotu aktaracağım.

Sultan III. Murad babası Sultan II. Selim’in vefatı üzerine sancakbeyi bulunduğu Manisa’dan gelerek 8 Ramazan 982 (22 Aralık 1574) Perşembe günü Osmanlı tahtına cülus etti. Bu arada bir hafta süreyle eski padişahın vefatı askerden ve halktan gizlendi. 20 sene süren III. Murad devri, tabi devletlerle birlikte aynı anda elde bulundurulan imparatorluk topraklarının 20 milyon kilometrekareye ulaştığı haşmetli bir devirdir. Şimdi 1583 yılına uzanalım ve Seyyid Lokmân’a kulak verelim:

BİR GÜNDE İKİ ORDU

“20 Rebiyülevvel 991 (14 Nisan 1583) Perşembe günü Şark seferine serdar tayin edilen Vezir Ferhad Paşa el öpüp hil’at giydikten sonra vezirler ve devlet ileri gelenleri tarafından merasimle uğurlanarak Üsküdar’a geçip otağına yerleşti. Bu arada Vezir İbrahim Paşa ile Kapdan-ı derya Kılıç Ali Paşa’ya Mısır ve Trablusgarb’a gitmek üzere donanmayı hazırlamaları talimatı verilip bu iş için Hazine’den yüz yük akçe tahsis edildi.

8 Rebiyülahir 991 (1 Mayıs 1583) Pazar günü serdar-ı ekrem Üsküdar’dan Şark seferi için hareket edip yine aynı gün Vezir İbrahim Paşa ile kaptan paşa Divan-ı Hümayunda el öpüp hil’at giydikten sonra bayraklar ve sancaklar açılıp mehter eşliğinde vezirler ve devlet ileri gelenlerince uğurlanarak iskelede hazır bekleyen kadırgalara bindiler. Sultan II. Bayezid Köşkü (daha sonra bu köşkün yerine Topkapı Sarayı’nın sahilsaraylarından Yalı Köşkü yapılmıştır) hizasında, halife-i zaman olan padişah hazretlerini selamladıktan sonra Beşiktaş’a geçtiler. Böylece bir günde Şark ve Garb’a iki vezirin yollandığı tarih sayfalarına kaydedilip yadigâr kaldı.” (Zübdetü’t-Tevârîh-Osmanlı Tarihi (1299-1595), s. 432)

BOĞAZI ATIYLA GEÇEN GAZİ

“Saadetli padişah 991 yılı Cemaziyelevvel ayında (Haziran 1583) Üsküdar Sarayı’na (Kavak Sarayı da denilen bu sarayın arsasına Sultan III. Selim devrinde Selimiye Kışlası ve diğer yapılar inşa edilmiştir) gittiler. Birkaç günden sonra buradan ayrılarak Kandil Bahçesi’ni (Bu hasbahçenin bir bölümünde bugün Kandilli Kız Lisesi vardır) teşrif buyurdular. Mübarek olsun.

...

Padişah hazretlerinin Kandil Bahçesi’ndeki şehnişinleri Boğaz’da bulunan hisarlara yakın bir yerde ve onların karşısında olduğundan kırk gün ve kırk gece derya yüzünde türlü eğlenceler tertiplenmiş ve çoğu gece yüzden fazla top ateşlenerek yer gök inlemiş, devletini sevenler mutlu olmuş, düşmanların kalbine korku salınmıştı. Yine her gece hisarların kuleleri sayısız mum ve meşalelerle öyle aydınlatılmıştı ki neredeyse geceler gündüz gibi olmuştu. Ayrıca padişah devletinde nice bin fukara, ihsanlara nail olup muratlarına ermişlerdi. Bu arada zeameti kesilmiş bir Rumeli gazisi, karşı hisar yakınından at ile deryayı yüzdürmekle geçip saadetli padişaha hâlini arz ettikten sonra zeameti kendisine geri verilip amacına ulaşmıştı.” (Zübdetü’t-Tevârîh-Osmanlı Tarihi (1299-1595), s. 434-436)

Evet kıymetli okuyucularım demek ki haksızlığa uğrayanların seslerini devlete duyurması, bugün olduğu gibi 450 sene önce de kolay değilmiş. Ağlamayan çocuğa meme vermezler atalar sözü o zaman böyle tecelli etmiş. Ama devletin dikkatini çekebilmek için herkes de Boğaz’ın akıntılı sularında bir kilometre at yüzdürüp karşı yakaya geçemez değil mi?