İlkeli Söz; Tutku olmadan yapılan iş, kanatsız uçmaya benzer.
Umut adına yazılmış çok güzel bir yazıyı bugün de İlkeli Köşeme konuk etmek istedim. Bursa Erkek Lisesi’nden bir öğrencinin yıllar sonra doktor olup akciğer alanında ihtisas yapan bir doktorun anısına kulak verelim.
‘Elli yaşını geçmiş, Sakarya’nın bir köyünde çiftçi idi. Öksürük, halsizlik ve zayıflama yakınmaları ile başvurduğu hastanelerdeki doktorlar akciğer kanser teşhisi koymuşlar.
Üç kızın tek babası.
Evli olanı var, okuyanı var.
Her kim, nasıl demiş ise;
‘İster ameliyat ol, ister olma iki yıllık ömrün ya var ya yok!’
Bu endişe ile geldiler baa.
Yıllar yıllar önce amcasını ameliyat etmişim.
Yeğeninin hastalığını geç duymuş.
Duyar duymaz da beni aradı, uzun amca.
Boyu iki metreden fazlaydı.
Öyle kibar konuşmazdı.
‘Hoca, sana yeğenimi gönderiyorum. Ona bir iyice bak. Filimlerine de bak!’ Sana emanet.
Bu üslüpta konuşmasının nedeni babamla bir dönem yollarının kesişmesi olur mu, olmaz mı hep düşünmüşümdür?
Uzun amcanın dediği gibi tüm tetkikleri ve flimlerine iyice baktım.
Beş kat merdiveni de rahat çıkıyormuş. Ameliyat önerdim.
Sol akciğerinin yarısını çıkartmak gerekiyordu.
Ameliyat önerimi duyunca;
‘İki yıl yarım akciğerle yaşaması zor olmaz mı?’ dedi, kızı.
O zaman öğrendim ‘iki yıl’ hikayesini.
Kuyuya bir taş atılmış.
Kolay değildi çıkartmak.
Bir tek zaman çıkartırdı, kuyudan.
Dört kaburgası ile birlikte sol akciğerinin yarısını çıkartığımız uzun amca kızmış olacak ki, ertesi hafta yeniden geldiler.
Ameliyat olmayı kabul etmişlerdi.
Ameliyat gününün takvim yaprağını saklamış, kızları.
İkinci yılını tedirgin olarak beklemeye başlamışlar.
İkinci yıl dolduğunda her an bir şeyler olacak diye tüm aile birlikte yaşamaya başlamış.
Üçüncü yılda, küçük kız:
‘Baba bir yıldır fazladan yaşıyorsun. Hocaya bir yıllık ömür borcun var.’ diye patavatsızlık edince,
‘Hanım evde ne var ne yok hocaya götürecek, hazırla. Yarın hocaya gidiyoruz.’ diyerek yol hazırlığı yapmışlar.
Neler yoktu ki getirdiklerinde.
O günden sonra köyde kim hastalansa yüzlerce kilometreye bakmaksızın, bizim hastaneye taşımaya başladı.
Kimisinde benden isim aldı, kimisinde kendileri buldu.
Ancak her gelişlerinde, odamın yanındaki toplantı odasının buzdolabını köy malzemeleri ile dolduruyorlardı.
O günün akşamında da:
‘Hocam, bugün buzdolabına baktınız mı?
Filanca filanca bozulur. Bilesin!’diye telefon açıyordu.
Aradan on iki yıl geçti.
Ne zaman sevincim, üzüntüm olsa haber aldıklarında orada biterlerdi.
Babamın ve annemin cenaze törenlerinde bir şeyler yapmak için çırpınışlarını görmeliydiniz.
Öğrenmişlerdi uzun amcalarından, babamın evini.
Babamın arkadaşı ya amca.
Hastaneye gelip de benim izinli olduğumu öğrendiklerinde;
Yanlarında getirdiklerini babamlara bırakır olmuşlardı.
Uzun amcanın yeğenini ve öyküsünü neden mi anlattım?
Dün hastaneden bir meslektaşım, sekreter hanıma ‘odamda olup, olmadığımı?’ sormuş.
“Hocam, bir hanım sizi ziyarete gelecek!’ dedi, sekreter hanım.
Doktor hanımla sabah online da olsa birlikteydik, kanser konseyinde.
Tüm kanser hastalarımızı birlikte tartışır, tedavinin nasıl olacağına karar verirdik.
Başarıyı yakaladıysak, bu konseyler sayesinde idi.
Hasta danışmak için gelemezdi.
Sabah konseydeydik.
Kahve içmeye gelemezdi, yoğunluktan başını kaşıyacak vakti yoktu.
Meraklandım.
On dakika sonra güzelliği, hoş sohbeti ile karşılıklıydık.
Oradan, buradan, ülkeden, üniversiteden konuştuk.
Hep hasta ve hastalık konuşmaktan birbirimizi tanıyamaz hale düşmüştük.
Biz de bu ülkenin bir insanıydık.
Sadece hastalarla değil, ülkemizle de dertleniyorduk.
Doktor hanımla konuşurken, kucağında sıkı sıkıya tuttuğu bir çanta vardı.
Kadınlar çantalarını yanlarından, kucaklarından ayırmazlar.
Bilirim.
Fakat bu kadın çantası değildi.
Sohbeti öylesine özlemişiz ki, zamanın nasıl aktığını bilemedik.
Yarım saati geçti, geçecek.
Birden yüzünde muzip desem muzip değil, sevinç desem tam sevinç değil, bir gülümseme belirdi.
İnsan bazen mahçubiyetten de gülümser.
Mahcubiyet de değil.
Ama hoş, güzel ve ortaya karışık bir gülümseme.
İşte o gülümseme ile çantayı masanın üstüne koydu.
‘Hocam, yarın ekim ayının ilk günü.
Babamı ameliyat edeli tam on yıl oldu.’ diye söze başladı. Baba zorunlu emekli edilmiş bir öğretmendi.
Kendisine öğretmenlik yaptırılmayınca evini geçindirmek, çocuklarını okutmak için el işleri ile uğraşmaya başlamıştı.
Gümüşten, ağaç sanatlarına.
Benim Köy Enstitülü ilkokul öğretmenim gibi.
İşte o öğretmen, ameliyatının onuncu yıl dönümü yaklaşırken bu kez ağaç oyması bir hediye göndermiş.
‘Hocaya minnet, sevgi ve saygılarımı ilettiğimi, söyler misin?’ demiş kızına.
O da akciğer kanseri idi.
İpek dokur, inci işler gibi işlemiş odunu.
Bir sanat şaheseri yaratmış.
Eğer izin verilseydi, kızı gibi binlerce bilim kadını yetiştireceğinden hiçbir kuşku duymadığım bu öğretmen babanın hediyesini, meslek başarı madalyonum olarak duvarıma asacağım. Umudun simgesi olarak.’