“Kırmızı ve Siyah”, bugüne kadar okuduğum en akıcı klasik oldu.
Oysa “Parma Manastırı” beni hayli yorduğu için biraz gergin başlamıştım. 628 sayfa ama elinizden hiç bırakmak, ara vermek -hatta ara vermeme neden olan Demir Mahir’le aramda hafif bir itiş-kakış olduğunu bile rahatlıkla söyleyebilirim! :)))- istemiyorsunuz...
Romanda Stendhal, romantik (Bizim oralarda aklı kendine yar değil derler :)))) başkahraman Julien Sorel’in korku ve tutkularını, askerlik ile din adamlığı arasında gidip gelmelerini, gerçekte var olanları değil de, kafasında yarattığı kadınlara aşık olmalarını, neredeyse bir polisiye tadında, tempoyu hiç düşürmeden anlatırken, fona da Napolyon’un sürgüne gönderilmesi sonrasında Fransa’da başlayan “Restorasyon Dönemi” ni koyuyor. Yeri gelmişken söyleyelim; kırmızı askerliği, siyah kiliseyi ifade ediyor.
Kitabın sonlarına doğru öylesine büyük bir merak ve heyecan duydum ki, son 39 sayfada okumayı bıraktım. Tam bir hafta sonra okudum kalan –yargılama sürecini anlatan- 39 sayfayı! Kırmızıya ulaşmak için, siyahın içinde mücadele veren Julien'in -zaman zaman ona kızsanız bile- tam hayallerine kavuştuğu anda çöküşünün başlaması içinizi burkuyor. Neyse… Adet olduğu üzere kitaptan birkaç kelamla bitirelim:
* “Aşk insanları birbirine eşitler, sakın denemeyin!”
* “Kendimi beğenmişliğim yüzünden öbür genç köylülerden farklı olduğum için nasıl da övünürdüm! Olsa farklılığın ancak nefret doğurduğunu görecek kadar deneyimim var artık.”