“Simón José Antonio de la Santísima Trinidad Bolívar y Palacios Ponte-Andrade y Blanco” Bu ne mi? Simon Bolivar’ın tam ismi!

Allah’a bir kez daha şükrettim, Güney Amerika’da doğmadığım için.

11 rakamlı vatandaşlık numarası her sorulduğunda, gözüne far tutulmuş tavşan gibi donup kalan ben, böyle bir isimle nasıl yaşayabilirdim, düşünmek bile istemiyorum… :))

Gelelim mi kitaba!

Labirentindeki General”, üstadın okuduğum beşinci, ama “büyülü gerçeklik”le yazılmayan ilk romanı. Zaten kitabın her satırı, Marquez’in iyi bir yazar olduğu kadar çok iyi bir gazeteci olduğunu kanıtlar nitelikte. Şimdi kalkıp sizi “Gabo”nun bu romanı yazdığı süreçte ve öncesinde yaptıklarını –Magdalena ırmağını 11 kez geçmek gibi…- yazıp, “teknik-taktik” bilgilere boğmayacağım. Zira merak eden Google hazretlerinden öğrenebilir.

Marquez romanda; Kolombiya, Venezuela, Ekvador, Peru ve Bolivya dahil olmak üzere bölgedeki birçok ülkenin bağımsızlığında kilit rol oynayan, Güney Amerikalı bir askeri ve siyasi lider olan ve İspanyolca konuşulan ülkelerde “El Liberdator (Kurtarıcı)” diye anılan Simón Bolívar'ın hikayesini, gerçek olay ve kişilerden kurgulayarak anlatıyor. Aslında anlatmak sözcüğü hafif kalıyor, o dönemi yaşatıyor demek daha doğru olacak. Çünkü kitabı bitirdiğinizde Latin Amerika tarihi hakkında da epey bir bilgi sahibi oluyorsunuz.

Nasıl mı yapıyor bunu?

Bolivar’ı, yaşamının son 8 ayında Magdalena Nehri’nde bir yolculuğa çıkararak… Yolculuk boyunca ‘El Liberdator’, eski dostları, düşmanları ve hayranları da dahil olmak üzere çeşitli insanlarla karşılaşıyor, eylemlerinin sonuçlarıyla hesaplaşıyor, ardında bırakacağı mirasla boğuşuyor ve hastalığı nedeniyle büyük acılar çekiyor.


Kitabı bitirdiğinizde, Güney Amerika’yı İspanyol Amerika’sı olmaktan kurtaran, Avrupa’nın 5 katı büyüklüğünde toprak fetheden, Atlas Okyanusu’nu 4 kez geçen, at sırtında 18 bin fersah, yani dünyanın çevresini iki kere dönecek kadar koşturan, 47 yıllık yaşamında en az on bin mektup yazan, savaşlarla geçen yaşamı sonunda arkasında, Bolivya’dan Venezuella’ya kadar kitap ve kağıtlardan oluşan dört yüz fersahtan daha uzun bir iz bırakmak zorunda kalan, 1930’da çevresini, “ABD’ye sakın gitmeyin, onların yapamayacağı şey yoktur, korkunçturlar, bu özgürlük masalıyla hepimizi acılara gömecekler” diye uyaran ve haklı çıkan, aristokrat bir aileden gelmesine, çok iyi eğitim almasına ve çok çok çok zengin olmasına karşın, doktorlara inanmayan, bunun bedelini büyük acılar çekerek ödeyen, “Bir hastalıkla uğraşmak, bir gemide çalışmak gibidir” diye salakça bir laf eden, temizlik ve kolonya manyağı, tıraş takıntılı olması nedeniyle –usturayı ne kadar iyi kullandığını göstermek için de-birlikte olduğu kadınların bütün tüylerini tıraş eden Bolivar’ın bir dahi mi, ahmak mı olduğuna karar veremiyorsunuz…
Ama çok şey öğreniyorsunuz çok!!!
Ve adet olduğu üzere kitaptan:

“Satranç oyun değil bir tutku. Bense daha fazla pervasızlık gerektiren tutkuları yeğlerim.”

“Öğle yemeğinde gururunu yiyen, akşama utancını yer!”