Kitabın arka kapağında, “uzun süre yasaklanmış, yazarın ölümünden yıllar sonra, üstelik sansürlenmiş haliyle 1966’da yayınlanabilmiştir ancak” deniyor “Usta ve Margarita” için.
Bu tanıtım yazısı okuru “olta” ya –beni şahsen getirdi-getiriyor.
Kitabı satın alıp, çevirmen Mustafa Kemal Yılmaz’ın Mut’tan yazdığı giriş açıklamasını okuyunca bakıyorsunuzki, roman bitmemiş ve yazar Mihail Afanasyeviç Bulgakov kitabın üzerinde “tabuta kadar” çalışmış.
Sonra elbette kendinize soruyorsunuz, ”Bitmeyen kitap nasıl yasaklanır?” diye… Belki de yazım aşamasında yasaklanmıştır!!!
Çevirmen Yılmaz’ı okumaya devam edince, “Usta ve Margarita” 1966 yılında (Leonid Brejnev’in Sovyetlerin Başkanı olduğu dönem) Bulgakov’un eşi Yelena’nın hazırladığı haliyle, sansürlü, olarak yayınlanmış. Sonra 1973 yılında (Brejnev hala başkan) bu kez sansürsüz olarak Anna Saakyants yönetiminde yayımı gerçekleşmiş. Kitabın yabancı dillere çevirisinde de bu metin esas alınmış. Sonra 2015’te Yelena Kolışeva devreye girmiş ve düzeltmelerle yeniden yayınlamış.
Yani herkes bir “el atmış” kitaba sanki “orta malı” gibi…
Eminim çevirmen Mustafa Kemal Yılmaz da bir “el atmıştır” benim okuduğum baskısına…
Sansürlendiği iddia edilen bölümde de –ki bana sansürlenmemiş, yayıncı fazla uzun ve gereksiz diye 80 sayfayı atmış gibi gelmiştir- dişe dokunur pek bir şey yok. Puşkin’e (komünistler Rus dilinin babası olarak gördükleri için Puşkin’e pek laf söyletmezler) iki “olumsuz cümle” dışında!
Yoksa bunun dışında; Sovyetler’deki “sanatçı politikası”, “konut bekleme sıkıntısının sendroma dönüşmesi”, “halkın döviz düşkünlüğü (bizdeki gibi)”, “köşe başlarında bekleyen gizli ajanlar” ve “ateistlik” le bolca dalga geçilmiş ve sansüre uğramamış!
Bana göre Bulgakov; dönemin “Moskova Sanat Tiyatrosu” ve dönemin yazarlar birliği takımını –belki de kendisini yalnız bıraktıklarına, sırtından hançerlediklerine inandığı için- itin poposuna sokup çıkarmaya karar vermiş, çok iyi bir kurguyla, şeytanı ve çok yakın arkadaşlarını Moskova’ya getirmiş ve onun aracılığıyla yapmış yapmak istediklerini. Fakat nasıl bir nefretse, tiyatronun büfecisinden, biletçisine kadar hepsiyle tek tek uğraşmış, hepsini, namussuz, üç kağıtçı, çıkarcı, hırsız… ilan etmiş!
Özetle; kitabın arkasına bakıp da "sansür" oltasına takılanlar, aradıklarını bulamayacaklar. Bulgakov altından kalkamayacağı kadar fantastik bir roman girişiminde bulunmuş ve özellikle ikinci bölümde dağılmış ve fantastik kurgudan iyice kopmuş.
Bir de Kudüs, İsa peygamber ve vali Pontius Pilatus bölümleri bana komik ve çocuksu geldi. Yaşamı boyunca bir palmiye ağacı dahi görmemiş birinin betimlemeleri –elbette Jose Saramago ve Nikos Kazancakis’i okuduktan sonra- olduğu o kadar çok belli ki!
Neyse…
İddia edildiği gibi bir başyapıt filan değil, okumayı sevenlerin hoşlanacağı türden bir kitap.
Elbette meraklısına…