İlginç bir deneyim, romanlarından hikayelerinden bildiğiniz birini, O’na yazılan O’nun yazdığı mektupları okuyarak tanımaya, anlamaya çalışmak. 

Aslında iki bölümden oluşuyor “Hep genç kalacağım”… İlk bölümde bütünüyle Sabahattin Ali’ye yazılan mektuplar var. Ve bu bölümde iki kadın başrol oynuyor. İlki Melahat (Kemal); Almanya’ya öğrenci olarak giderken garda tanıştığı, kendisi gibi bir öğrenci! Hani derler ya düşman başına; bedbin, mutsuz, küstah, her şeyden ama her şeyden şikayet eden, kibirli, ve sürekli akıl dağıtan biri. Hani bir kez tanışsanız, bırakın mektuplaşmayı yolda görseniz kaçarsınız…

Öteki Ayşe (Sıtkı İlhan)… Melahat Kemal için yazdıklarımı 10 kat artırın ve beşle çarpın, öyle hayal edin Ayşe’yi. Düşünün Kandilli (Boğaziçi’ne nazırdır) Öğretmen Okulu’nda okurken yazdıklarını okusanız, sanırsınız Belene Kampı’nda! Hele okulu bitirip, İzmir’e atandıktan sonra öyle İzmir betimlemeleri yapıyor ki, dersiniz  Patnos!
Düşünün; çocukların kendi okullarını yapıp –Köy Enstitüleri- okumaya çalıştıkları bir dönemden bahsediyoruz.
Ve Sabahattin Ali bu iki kızla evlenmeye –Melahat’la o kadar kesin değil ama Ayşe kesin- çalışıyor. Hatta Ayşe’ye “İki gözüm Ayşe” diye başlayan mektup yazıyor ama, “İki gözümün hiçbiri Sabahattin” diye yanıt alıyor!  

Elbette siz de bu satırları okurken, Sabahattin Ali’nin ne çeşit bir mazoşist, olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz! 
Nazım Hikmet’in, Aziz Nesin’in ve Sabahattin Ali’nin de -özellikle eşine yazdığı- mektupların yer aldığı ikinci bölüm ise hem bilgilendirici hem öğretici. Fonda da İkinci Dünya Savaşı var.

Nazım Hikmet’in mektupları adeta bir edebiyat manifestosu... Kemal Tahir, Orhan Kemal, Suat Derviş, Sait Faik, Kemal Bilbaşar, Yakup Kadri ve Reşat Nuri Güntekin’le ilgili yargıları oldukça çarpıcı…
Ve Aziz Nesin… Bir insan hep mi “dik” olur arkadaş!!! Henüz 30’un da bile değilken, dönemin edebiyat efsanelerine –başta Sabahattin Ali ve Nazım olmak üzere- bir meydan okuyuşu var ki, okunmalı o mektuplar…
Ve sıra, linç yeme pahasına yazmak zorunda hissettiğim satırlara geldi...
Tam 545 sayfa boyunca mektup okudum!!! Ama bir tanesinin bile, tekrar ediyorum bir tanesinin bile edebi değeri yoktu. Tamam bir bölümü iş mektubu kabul ama öyle “münevver” çevreden çıkan mektuplardan birinin bile edebi değeri olmaz mı ya!!!
Neyse, yeri gelmişken söyleyeyim; bugüne kadar dünyada okuduğum en iyi mektup Dostoyevski’ye –ki Netoçka Nezvanova romanındadır-, Türkiye’de ise Ahmet Arif’e –Leylim Leylim- aittir. Bu mektupların her satırını okurken, titrer, sarsılırsınız!
Kitaba adını veren satırlarla bitirmeden, Ayşe Sıtkı İlhan’ın bu satırlarının da altını çizmeli: “Sabahattin ya sen hiç kimseyi, hatta anneni bile sevmiyorsun, yahut kimse senin gibi sevemiyor!” 

Ve o satırlar:
“..Aliye sinirlerimi merak etme. Bilirsin ki, demir gibidir ama demir gibi kalmaları için ara sıra, kimse görmeden, sizin yanınızda sinirlenebilmeliyim. İhtiyarlığım da çekilmez bir adam olacağım hakkındaki iltifatına teşekkür ederim.  Ama bu tahminin doğru çıkmayacak sanırım. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi. Hep genç kalacağım!”