Bir 23 Nisan bayramı sabahıydı… Rengârenk balonlar, cıvıldayan çocuk sesleri, gözümüzün içine bakan umut dolu minikler… Her şey güzeldi, ta ki İstanbul sallanana kadar…

Bir anda gökyüzünün rengi değişti sanki… O masum gülüşlerin yerini endişe aldı, gözler kaygıya döndü.

Çocuklar coşkuyla kutlamalara hazırlanırken, İstanbul bir kez daha yerin altındaki gerçeği hatırladı. 23 Nisan’da meydana gelen deprem, fiziksel olarak büyük bir yıkıma yol açmasa da, zihinsel olarak hepimizi bir kez daha sarstı. Çünkü bu deprem, sadece binaları değil, ihmalleri, eksikleri ve unutturulan korkuları da gün yüzüne çıkardı. Şunu bir kez daha anladık: Bu şehir bir deprem gerçeğiyle yaşıyor. Ve ne zaman, nasıl geleceğini bilmediğimiz bir tehlike, hepimizin kapısında sessizce bekliyor.

Türkiye, bir deprem ülkesi. Bu artık bir bilimsel veri değil, toplumsal bir gerçeklik. Ancak her yaşanan depremden sonra gösterdiğimiz refleks hep aynı: “Çok şükür bir şey olmadı” deyip unutmak. Oysa “bir şey olmaması” bir şans değil, bir uyarıdır. İstanbul gibi milyonlarca insanın yaşadığı bir metropolde, bu tür depremler bize felaketin sadece bir zaman meselesi olduğunu haykırıyor.

Hazır mıyız? Cevap net: Hayır.

Depremin hemen ardından yaşanan en büyük çöküş, ne yazık ki binalarda değil, iletişim ağlarında yaşandı. GSM operatörleri adeta yok oldu. Telefonlar çekmedi, kimse kimseye ulaşamadı. İnsanlar sevdiklerinin iyi olup olmadığını öğrenmek için sosyal medyada panik içinde paylaşımlar yaptı. Peki nerede o yıllardır övülen “güçlendirilmiş altyapılar”? Nerede “afete hazır iletişim sistemleri”? Hepsi kâğıt üstünde kalmış.

Üç büyük GSM operatörü de bu sınavda sınıfta kaldı. Bu kadar yoğun vergi ödenen, milyarlarca lira kâr açıklayan bu şirketler, birkaç saniyelik bir sarsıntıda sistemi ayakta tutamadıysa, olası büyük İstanbul depreminde ne yapacaklar? Bu durum sadece teknik bir aksaklık değil, halkın güvenliğini doğrudan tehdit eden bir zafiyettir.

Bu ülkede milyonlarca insan hâlâ depreme dayanıksız binalarda yaşıyor. Kentsel dönüşüm, rant odaklı projelere sıkışmış durumda. Belediyeler arası yetki karmaşası, merkezi yönetimle koordinasyon eksikliği, afet planlarının rafta tozlanmasına neden oluyor. Deprem sadece yer kabuğunun değil, sistemin de kırılganlığını gösteriyor.

İstanbul’un alarmı çalıyor, biz hâlâ sessiziz…

23 Nisan’da çocuklar barış ve umut için şarkılar söylerken, yer altından gelen bu ses bize başka bir şeyi hatırlattı: Geleceğimizin güvenliği, bugünkü sorumluluklarımızla doğrudan ilişkili. Deprem kader değil, ihmaller zincirinin sonucu olabilir. İletişim altyapımız çökerken, biz hâlâ ihale tablolarına mı bakacağız? Depreme dayanıklı şehirler yerine gökdelen projeleriyle mi övüneceğiz?

Artık gerçekten hazırlıklı olma zamanı. Depremle yaşamayı değil, depreme karşı yaşamayı öğrenmeliyiz. Ve bu sadece devletin değil, her birimizin sorumluluğu. Ama önce yetkililerden başlayarak, işini doğru yapmayan herkesi sorgulamalıyız.

Dün yaşadığımız sarsıntı, beklenen “büyük deprem” miydi? Uzmanlar hayır diyor. Ama bu, yaşananın bir uyarı olmadığını göstermiyor. Tam tersine, bu bir çağrı. Hazır mıyız? Evlerimiz, okullarımız, yollarımız… Ve en önemlisi biz, ruhen ve fikren hazır mıyız?