Biliyor musunuz, bazen bir sabah uyanıyorsunuz ve her şey yerli yerinde duruyor gibi görünüyor. Kahvenizi alıyorsunuz, pencereden dışarı bakıyorsunuz, sokak bildiğiniz sokak.
Ama içinizde bir şey, bir yersizlik hissi… Sanki zemin, o sağlam dediğimiz, üstüne bütün hayatı inşa ettiğimiz zemin, bir daha asla tam anlamıyla emin olmayacakmış gibi.
Deprem de böyle bir şey işte. Sarsıntı geçiyor, enkaz kalkıyor, yaralar sarılıyor belki ama içimizdeki titreme bitmiyor. Bir daha o anı yaşar mıyız korkusu, bir daha o sesi duyar mıyız diye ödümüz kopuyor. Gecenin bir yarısı, tam dalacakken uykuna, aklına düşüveriyor: "Ya şimdi olursa?"
İnsanın en aciz halidir belki de doğa karşısında çaresizlik. Evet, binaları güçlendirebiliriz, afet çantaları hazırlayabiliriz, ama korkuyu hazırlıklı hale getiremiyoruz. Bir deprem, sadece şehirleri değil, ruhlarımızı da yıkıyor. Ve o ruhların yeniden inşası, betonarmenin sağlamlaşmasından çok daha uzun sürüyor.
Peki ne yapacağız? Belki de önce şunu kabulleneceğiz: Evet, korkuyorum. Ve bu korku, beni zayıf ya da hazırlıksız biri yapmaz. Depremle yaşamayı öğrenmek, onunla korkmayı da öğrenmek demek. Bazen bir arkadaşın omzuna dokunmak, bazen bir psikoloğun kapısını çalmak, bazen de sadece "Bugün iyiyim" diyebilmek… Küçük adımlar, büyük yaraların ilacı olabilir.
Unutmayalım: Yıkılan sadece binalar olmayacak. Biz de yıkılacağız. Ama her seferinde, yeniden ayakta durmayı öğrenen canlılarız. Yeter ki birbirimizi bırakmayalım. Yeter ki "Ben yalnız değilim" diyebilelim.