Bizim gençliğimizde Gaziantep’te gerçekten “Efsane” bir kebapçı vardı. Şimdilerdeki gibi, “sonradan gurme”lerin türemediği zamanlardan bahsediyorum.

Yalnızca bilmek isteyenlerin bildiği, dönemin “elitist” takımının müdavimi olduğu “Kepab 27” Kamil Ocak Stadı’nın (pavyonlara bakan tarafında) altındaydı. Sahibi “Kebapçı Nuri” (Bodur olduğu ve koska koska yürüdüğü için ‘Karadayı’ da derlerdi), öğlen 12’de küçük dükkanının kapısını açar, 15.00 gibi de satılabilecek her şey satıldığı için darabayı (kepenk) indirirdi.

Asla rezervasyon kabul etmeyen kebapçı Nuri’nin kebabını yemek için kapısının önünde kuyruk olurdu. Doktorlar, sanayiciler, tüccarlar, özetle kentin ekabir takımı; hatta isim vermek istemiyorum ama bugün ünlü olan Gaziantep’teki kebapçıların babaları da “Kebap 27”nin kapısının önünde kuyruğa girerdi. Saat 15.00 gibi daraba indikten sonra, içerde çırak ve kalfayla hummalı bir temizliğe girişirdi kebapçı Nuri usta… Çırak ve kalfayı gönderdikten sonra ardından hesap kitaba geçer, dükkanın günlük giderlerini kasaya koyar, arta kalanı cebine atardı.

İşte bu saatten sonra sanki başka bir Nuri, işbaşı yapardı. Açardı bir büyük, çoğunlukla tek başına, karşıdaki pavyonların ışıklarının yanmasını –açılmasını- beklerdi. Açılır açılmaz da damlardı. Sabaha kadar tek tek gezerdi hepsini… Pavyon kadınlarının en çok sevdiği müşteriydi. Çünkü kimse onun kadar “bol” denen içkiden ısmarlamazdı. Gün ışımaya başladığı zaman taksiye atlar evinin sokağına girince iner –asla evinin önünde inmezdi- ve cebi ile cüzdanını şöyle bir kontrol ettikten sonra, “Benden kimseye bir şey kalmasın… “ diye okkalı bir küfür patlatır ve kalan paraları ortalığa savurduktan sonra girerdi evine… Uykuda ölürse cebinden çıkacak paraların kimseye kalmasını istemediği için yapardı bunu.

Herkes; 24 saati böyle geçen kebapçı Nuri ustanın kebaplarının sırrını merak ederdi. Bir keresinde Erol Maraş, daraba indikten sonraki zaman diliminde çok sıkıştırdı onu.. O da dayanamayıp şöyle yanıt vermişti:

“Lan olum hepiniz manyaksınız!!! Sihirli bir formül arıyorsunuz ama yok! Benim tek bir sırrım var; o da yemeyeceğim bir şeyi satmamak. Yiyemeyeceğim bir malzemeyi, maydanoz dahi olsa, batacağımı bilsem bile şu dükkandan içeri sokmamak. İşte hepsi bu… Şimdi iç şu rakını da git işine!!!”

Nuri Usta’nın bu sözleri hiç aklımdan çıkmadı. Ama Nuri Usta’nın, bizim dünyamızın en iyi kebapçısı olmasına karşın, toplumun genel kurallarına göre kötü biri olduğu, ailesine acı çektirdiği de…

Bu satırları niye mi yazdım!

Korkmayın, “Nostalcisi Kandilli” bir yazı kaleme almak değil muradım. Walter İsaacson’ın 46 dile çevrilen, tüm dünyada satış rekorları kıran Steve Jobs biyografisini okurken aklıma geldi bütün bunlar.

Gerçi, “Dijital Dünyanın Peygamberi” kabul edilen Apple kurucusu Jobs, “kötü” lükte bizim Nuri ustayı kat be kat geride bırakır ya, neyse…

Ama ikisinin de başarı formülü aynı… Biri yemeyeceği bir şeyi satmıyor, öteki kullanmayacağı bir şeyi üretmiyor. Ve para kazanmak ikisinin de öncelikli hedefi değil! Örneğin Jobs, özellikle ipad’in üretiminde öyle titizleniyor ki, üretim 2 yıl gecikiyor ve Apple’ın zararı 200 milyon dolara varıyor. Ama o, bu zararı önemsemek yerine, daha iyisinin yapılması için çekirdek kadrosuna baskıyı artıyor.

Steve Jobs; “Hadi kullanabileceğimiz bir cep telefonu yapalım!” dediği için, iphone var. “Hadi kullanabileceğimiz bir walkman yapalım!” dediği için ipod var. “Hadi kullanabileceğimiz bir tablet yapalım!” dediği için ipad var. “Hadi kullanabileceğimiz bir taşınabilir bilgisayar yapalım!” dediği için macbook var.

Ve elbette bütün bunları başarmak için müthiş bir zeka, çokcana emek ve bolcana sevgi var.

542 sayfalık kitabı bitirip, kapağını kapattığımda şöyle düşündüm:

“Aslında dünyanın neresinde olursanız olun, başarının formülü hep aynı... Ama bunu gerçekleştirecek irade, insanları ve başarının adresini farklı kılan. Biraz da acımasız ve kötü mü olmak gerek!”

Siz ne dersiniz!!!