Gabriel García Márquez’in “Başkan Babamızın Sonbaharı”nı yaklaşık üç yıldır kütüphanemde durmasına karşın, okumayı -farklı yazım tekniği nedeniyle- hep ertelemiştim.
Farklı yazım tekniği derken; Márquez’in 255 sayfalık romanı yalnızca 5 paragraftan –gazetecilerin jargonuyla silme yazı- oluşuyor. Ve nokta ile virgülden başka hiçbir noktalama işareti kullanmıyor. Üstelik 255 sayfalık kitapta yaklaşık 100 nokta var.
Geçen, Yurdagül Uygun “aplam” beni, “Gözünü korkutma, başladığın gibi bitiyor” diye gaza getirince, ben de okudum. Doğruya doğru; yok öyle başladığın gibi bitmiyor. Ama bitiyor… Öyle ki okurken acı çekiyorsunuz ama bu acıdan keyif alıyorsunuz. Ne mi anlatıyor Gabriel García Márquez! Bizimle hiç ilgisi olmayan, bizden çok uzak ve adı sanı bilinmeyen “küçük bir Latin Amerika ülkesinde kendi zorbalığının kapanına kısılmış bir diktatörün öyküsünü, ölmekte olan bir diktatörün, Tanrı korkusu ile zalimlik arasında gidip gelen iç çatışmalarının anatomisini, onun buyruğuyla işkence görenlerin, öldürülenlerin, onun yabanıl cinsel isteklerine boyun eğenlerin, ondan olma adsız çocukların gözünden betimlenen bir diktatörün, yeryüzündeki en yalnız insanı” anlatıyor! Ve ezenle ezilen arasındaki ilişkinin karmaşıklığını gözler önüne sererken, son sözünü söylüyor; her diktatörün bir sonu vardır! Elbette mucidi olduğu büyülü gerçeklikle… Ve kitaptan: “...yanılgılarla, suçlarla beslenmişti, namussuzlukta, onursuzlukta başı çekmişti ve bu gözü dönmüş açlığını, kalıtımsal korkularını alt etmeye çalışırken tek amacı, elindeki küçük cam misketi sonsuza kadar koruyabilmekti ama sonsuzun bitmeyen süresi dolmuştu artık…”
İNSTAGRAM ADRESİ: hamdiaskaryorumluyor