Geçtiğimiz aylarda, son tatil dönüşünde, ayaküstü uğradığım ve simgesi Truva atının yerinde yel estiklerini gördüğüm Çanakkale’de bir yerel gazetenin "Son dönemlerde sosyal medyanın etkisiyle gündem dışı kalan yazılı basını hareketlendirmek için bir çocuk görevlendirip caddelerde gazete dağıttı." başlıklı haberini okuyor ve izliyorum.

O tatlı çocuğun, tatlı sesiyle "Yazıyor, yazıyor" dedikçe, ben de bilmem kaç kez "Aferin" diyerek 36 yıllık gazetecilik mesleğim süresince geride kalan günlerimi hatırlıyor, ağlamaklı bir şekilde eski günlerime hüzünlenip gülümsüyordum. Doyamayıp, defalarca dinlediğim "Yazıyor, yazıyor" seslerinin yükseldiği Çanakkale caddelerini izlerken, gazetecilik tarihimi film şeridi misali gözlerimin önüne getiriyor; kızım Şeyma ile Ardahan’da, kız kardeşimle Kıbrıs’ta ve ilk üç günlük gazetesini çıkardığım Kocaeli’nde "Yazıyor, yazıyor" diye cadde ve sokaklarda bağırdığımız günleri anıyordum.

Evet, matbaanın gavur icadı olduğunu, din düşmanlarınca memlekete getirilmek istendiğini söyleyip bu ülkenin insanlarını aydınlatan kitap, gazete ve dergilerin basılıp yayınlanmasından korkan anlayışın 400 yıl boyunca biatçı bir toplum yaratma isteği ile cahil bıraktığı, bugünse çok istediğimiz demokrasinin tam anlamıyla ülkemizde yerleşmesini engelleyen durumları bilmem ama Çanakkale'de gelen o güzel görüntülü haber eşliğinde umutla yeniden güne enerji dolu başlamak istediğim yatağımda uyurken, beni sabahın erken saatinde uyandıranın bir meslektaşım olması ile günün performansını düşüreceğini hesaba katmamıştım.

Çünkü beni arayanın telefon rehberimde olmayan bir numara olduğunu anlasam da uyku sersemliğiyle ilk etapta karşımdakinin anlayamadığım üzüntülü bir ses tonuyla sabah sabah beni arayıp "Ağlamaklı" gibi ALO der demez, kendi kendine konuştuğunu fark ettim.

Başta "Memleketim Ardahan'da bir şey mi oldu da sabahın erken saatinde arandım?" diye düşünürken, arayanın bir meslektaşım olduğunu öğrenince, hala çıkamadığım yataktan günün ilk üzüntüsü ve stresiyle karşılaşıyordum. Arayan, Erzurum Oltu'da gazete çıkaran matbaacı bir meslektaştı. Gazetesini kapattığını, batan matbaasını satmak istediğini söylüyor ve benden bu konuda yardım istiyordu. O anlattıkça benim ne kadar üzüldüğümü ve kendi işim olan gazeteciliğin nasıl olup da gün geçtikçe kaybolup gittiğini düşündüğümü hissediyor muydu, bilmem ama bölgeye ilk matbaayı götüren, ilk renkli gazeteyi çıkaran, ilk ofseti bölge insanına tanıştıran biri olarak ben de onun kadar üzülüyor, konuşurken yutkunuyordum ve güzel bir güne moral bozukluğu ile başlıyordum.

Çünkü işleri düşmedikçe gazeteciyi akıllarına getirmedikleri gibi, masa başında ya da modern cephe dibi sanalda yapılan dedikodular esnasında biz gazetecilerin kuyruklarına basması sonucu "Satılık Basın" diyen ama her gün bir gazete bayisine gidip bir gazete satın almayan bir toplumu aydınlatma çabalarının, gerek okumayan toplum tarafından gerekse iktidar ya da erklerce baskı altına alınan demokrasinin sözde 4. kuvveti gün geçtikçe kan kaybediyor, kanadı, kolu kırılıyor; gazeteler kapanıyor, matbaaları yok pahasına, hurda niyetine satışa çıkarılıyordu. Matbaaların çok zor duruma düştüğü bu ülkede...

"Yok canım, gazetelerin, matbaaların kapanması toplumun duyarsızlığından değil, dijital dönemden dolayı" diyerek bu durumu görmezden gelenlerin, dijitalde de okumadıkları haber ve yorumların linklerini tıklamadan iş olsun diye beğenip geçtiklerini de iyi biliyordum. Ve bir gazeteci olarak güne üzülerek başlarken, bu süreçte diğer olumsuz bir durumun gazetelerin kapanmasına, matbaaların satılmasına neden olduğunu hatırlıyordum. Çünkü okumayan bir toplumun yanında muhalefetteyken demokrasinin 4. kuvveti olarak dillerinden düşürmeyen siyasilerin iktidara geldiklerinde hemen düşman ilan ettikleri basının, medyanın zor günler yaşadığı da bir gerçek...

Sabah sabah üzülmeme ve 400 yıl sonra matbaanın girdiği ülkemde yaşananların gerçek anlamda görülmesine "kendi iktidarları uğruna" engel olanların neden olduğunu hatırlayarak, Zonguldak kömürü gibi değerli olan siyah, süs taşlı Oltulu meslektaşımın hurda fiyatına satışa çıkardığı matbaayı alacak diye düşündüğü gazetecilerin, kendi matbaaları gibi fotoğraf makinelerini bile satıp, dijital denen cep telefonlarına teslim ettiğini ve gazete, dergi, kitap basan birçok matbaanın hurdacıların depolarını doldurduğunu unutmuş gibiydi.

Evet, dün İstanbul Küçük Ayasofya'daki 9 yaşındayken "Yazıyor, yazıyor" diye bağırarak gazete satarken çekilen fotoğrafıyla hafızalara kazınan Hayreddin Baş gibi, gazetecilik gibi matbaacılığın da ölüyor. "Basın hürdür, sansür edilemez" denilen ama 85 milyonluk nüfusuna karşın birçoğu magazin, spor, at yarışı, bulmaca olmak üzere toplam 800 bin günlük gazetenin ancak satıldığı ve yaşadığı baskı ve maddi imkansızlıklar dolayısıyla sansür edilemeyecek halde olan mesleğimin icadı matbaalar hurdaya satılırken, ben bir gazeteci olarak gazete değil "Yazıyor, yazıyor" demiyor; havuza, beslemeye düşmüş satılık basından sonra "satılık matbaa" diye haykırıyorum, bir hayli özgür olan şu güzelim ülkemde.