Halil Ergün Türkiye Büyük Millet Meclisi bir gün sesi duyulan bir kurum olmalı! dedi.
Halil Ergün;
‘Bugün, en sağlıklı yol bu iktidarın gitmesidir’…
Usta sanatçı Halil Ergün, seçime günler kala çarpıcı açıklamalarda bulundu. “Türkiye Büyük Millet Meclisi, sesi duyulan bir kurum olmalıdır” diyen Ergün’ün genel seçim hakkındaki açıklamaları bununla sınırlı değil tabii. Peki neden böyle söylüyor? Usta sanatçı ile deprem, siyaset, ailesi ve yeni projeleri hakkında konuştuk. Buyurun sohbetimize…
*Dört ay önce, ülkemizde büyük bir deprem felaketi yaşandı. Muhalif görüşler yardımların geç gittiğini iddia etti. Siz Halil Ergün olarak ne düşündünüz bu konuda?
Maalesef çok acı bir felaket yaşadık. Ülkemizin başı sağ olsun. 1999’da ben Adapazarı depremini yaşadım. 17 Ağustos depremin ilk günü, kimseler yoktu. Deprem bölgesine yakın yerlerde yaşayan insanlar koşturuyordu yardım için. İkinci gün organize olunabildi. Bu depremde de arkadaşlar gitti geldi ama kurumsallık taşıyan ve görev yapması gereken kurumların çok organize olmadıklarını söyleyebiliriz. Muhalif görüşler çok haklı. Hâlâ kimsenin el uzatmadığı bölgeler ve insanlar var.
- İlk günler özellikle çadır azlığı problem oluşturdu…
Televizyonlardan takip ettim. İnsanlar şok halinde çılgınca bağırıyordu. Çok acı bir görüntüydü. Evet yapılanlar var ama organize olunamamış bir durum da var. Yıllardır, Türkiye’nin tek hareketlilik hali, inşaat sektörüydü. Yani evler, barklar yapmak, bunu satmak iyi de demek ki güvenirliği yokmuş. Bu çalışmalar sınıfta kaldı. Bakın ‘yeni yapılan binalar yıkılmamış’ deniyor ama orada da yıkılanlar çok. Öbür taraftan bir ülkede, sanayinin ve tarımın gelişmesi ve üretimin artması aslolandır. Bizlere söyleyebilir misiniz gelişmenin de; ihracatı kuvvetlendirmenin de malzemesini oluşturabildiğimizi. Kaç zamandır İstanbul’un deprem tehlikesi söyleniyor ki -bugünlerde de dillerden düşmüyor- bu anlamda sorumluların kendi görevini yapmadığı ortada.
- Organize olunamadı diyorsunuz.
Yok, yapamadılar. Türkiye yöneticileri, iktidarlar başka şeylerle meşgul.
- Peki, tüm bunlar olurken o arada bir Kızılay olayı patlak verdi. Bir yardım kuruluşunun başka bir yardım kuruluşuna parayla çadır satması, birçok kesimden de hatta hükümet tarafından da eleştirildi. Sizin tepkiniz ne oldu? Sizce ne olması gerekiyordu?
Türkiye’nin haline baktığın zaman, bu ülke üstüne kafa yormuş, acı çekmiş ya da görevler üstlenmeye çalışmış bir kuşağın çocuğuyum. Memleketçi duygular içinde Türkiye’nin daha güzel yaşanır bir ülke olması; kültürel, sanatsal, ekonomik, uygarlık, hukuk gibi saydığımız bütün çağdaş gelişmelerin sahibi olması gerektiğini savunan bir kuşağın çocuklarıyız biz. Kızılay, acılara koşturan ve çözüm üreten bir kurumdu. Çocukluğumuzda, ilkokulda, lisede, halkın arasında Kızılay diye bir şey vardı. Yardım kültürünün simgesiydi. İnsanlar gidip kan verirlerdi, oraya sığınırlardı. Toplumun bütün alanları bir çıkar ve bir ticari anlayışa dönüşmüş gibi. Bilmediğimiz çok şey var. Nasıl oluyor da çadırları satıyorsun ya sen, hem de o günlerde nasıl satabiliyorsun. Senin yollara düşmen, insanların ayaklarına gitmen lazım. Sana onun için para veriliyor, bağışlar yapılıyor. Onun için o tarihsel kurum var. Yani bir yerlere bürokratik oturma, sadece çıkar ilişkilerini besliyor. Tabi bunları soyutlayarak suçlama yapma gibi tavır içerisinde de değilim ama sonuç ortada. Bunu içime sindirmem mümkün değil, zaten ben kırgınım. Ülkem ile ilgili yaşadığımız meseleyle ilgili, büyük bir toplumsal çözülmenin olduğunu bu gruplaşma kültürü içinde -kör topal cumhuriyetin kazandığı- belli mevzilerin darmadağın edildiğini görüyorum. Zaten bunu, depremde bir daha bizatihi gördük. Ben UNICEF’e yardım etmeyi tercih ettim. Oradan arkadaşlarım aradı, gücüm oranında yardımda bulundum. Bir de deprem bölgesinde çalışma içinde olan arkadaşlarımız aracılığıyla vatandaşlarımıza ulaşmaya çalıştık.
AĞAÇLAR YOK EDİLDİ
- Maalesef İstanbul’da da bir deprem gerçeği var…
Burada benim iki sancım var. Yurttaş olarak İstanbul’u düşünüyorum. Şimdi burada yaşanır mı? Dehşet bir şekilde bir uçtan bir uca, İzmit’ten Tekirdağ’a kadar yayılmış bir betonarme kültürünün hâkim olduğu kentte yaşıyoruz. Yani burada her an her şey olabilir. Bilim insanları bas bas bağırıp, uyarıda bulunuyor. Belediye, gördüğüm kadarıyla bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ama devletin ayrı siyasal oluşumları kutuplaşmadan hareketle yardımcı olmuyorlar. İstanbul’da deprem olursa bizim ülkemiz ne olur? Geçtiğimiz günlerde Yakacık’a gittim. Oralardan lise yıllarında sık geçerdim. Yeşillerin içinde sığınma yeri gibi bir yerdi. Ama şimdi her yer beton, yüksek apartmanlar yapılmış, ağaç görmedim orada ve dehşete kapıldım. Yani biri yıkılmasa diğeri yıkılır. O da yan binayı mahveder. Ve o zaman diyorsun ki ağır bir korkudur bu, yani bizim hayat tadımızı da bozuyor bu durum.
- Siz İzniklisiniz, oralarda durum nasıl?
Yüzlerce yıllık ailenin çocuğuyum. Orası bir ova ve sur içinde bir kasabaydı. Şimdi dışarılara taşmış. Zeytinler sökülüp inşaatlar başlamış. Ağır bir hücum var. Deprem korkusu ile İstanbul’dan oralara bir akım var. Mülteci meselesinin izleri de başka bir şey tabi... İstanbul yetmiyor. Ova gidiyor elden. Bir kasabanın tarihsel, coğrafi tadı yok oluyor. Çok üzülüyorum. Ben orada büyüdüm. Bütün hatıralarım orada. Geçen gün film çekimleri için Hendek’e gittik. Hendek, benim bildiğim yer değil artık. Fakülte yıllarında binerdim otobüse, ağaçlı Hendek yollarının içinden geçerek, Ankara’ya giderdik. 3-5 bin kişilik bir kasabaydı. Hendek’te şimdi 100 bin kişiyi aşan bir yerleşim var. Millet koşturarak yer kapatıyormuş. Yani 10-20 bin TL olan yerler 100-150 bin TL’lere çıkmış. İnsanlar deprem korkusu ile oraya koşuyor. Yönetim kademelerinde, oraya buraya laf yetiştirmek, bir üslup bozukluğuyla sözüm ona karşıtlıklar yaratmak ya da işte karşı tavırlar almak bir üslup kirlenmesi var. Bu zaten beni çok rahatsız ediyor. Onunla uğraşacağınıza bu işlerle uğraşın. Sevap peşinde koşacaksanız, sevap buradan geçer. Duyarlı olmamak mümkün değil. Tek başına elimden gelen bir şey yok. Sadece yapabileceğimiz ve sırtlayabileceğimiz şartları yerine getirebiliriz bizler.
- Peki, önümüzde bir genel seçim var. Toplumun genel kanısı olarak dile getiriyorum, bu seçim çok kritik olarak algılanıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Şimdi bunu yanıtlarken sadece 20 seneyle sınırlı kalmak istemiyorum. Yani Türkiye’nin bilmesi gereken, daha aydınlık ve daha yaşanabilir hayatlar üstüne kafa yormuş kesimler içinde dolaştığımız için olaya sanatın, aydınlanmanın öncüsü olduğuna inandığımdan meseleye bütünüyle bakıyorum. Yani Türkiye’ye baktığınız zaman meseleyi sadece bugünkü seçim ve seçimdeki yarışanların kültürü noktasında bakmayı kısır buluyorum. Türkiye’de hesaplaşmamız gereken çok meseleler var. Yani bugünlerde yaşadığımız, kutuplaştırılmanın, ya da başka bir kültürün egemen kılınmasının ya da siyaset kültürünün, hepsinin geçmişten gelen süreçlerden kaynaklandığını konuşmamız lazım. Onların hesabını tartışmadan düze çıkamayız. Şimdiki iktidara karşı olmak, bundan yana olmak biçiminde bir tavırda olmam mümkün değil. Ben, bunları Türkiye’de yaşayan, kendimi sorumlu hisseden yurttaşlık duygusuyla söylüyorum. Türkiye toplumunun yaşadığımız süreç içinde çok ağır faturalar ödediğini biliyorum. O faturaların da tartışılması gerekir. Helalleşme sadece bugün ile sınırlı olmamalı ama. Bugün: En sağlıklı yol bu iktidarın gitmesidir. Bu anlayışın, bu yönetim kültürünün, bu siyasal uygulamaların ağır faturalarını yaşayan bir toplum haline geldik. Meclis’te oturanların, toplumsal sorunların tartışıldığı bir özgür ortamı sağlaması gerekir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, sesi duyulan bir kurum olmalıdır. Biz pazar günü oyumuzu bu talepleri düşünerek vermeliyiz. İki keskin grup yarışıyor. Yukarıdaki düşünceler doğrultusunda altılı masaya oyumuzu vermeliyiz. Tabii bu demek değil ki her şey birdenbire günlük gülistanlık olacak. Gelişmeleri görmek için demokratik bir ortama ihtiyacımız var. Altılı masanın lideri de tanıdığımız bir insandır. Dürüsttür, samimidir. Değişik görüşleri bir araya getirerek, tarihsel bir görevi yerine getirmektedir.
ALTILI MASA HALKI İKNA ETMELİ
- Peki, ortakları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Onlar da bu şartların Türkiye için de önemli olduğunu düşündüler ki, aynı noktada buluştular. Geçmişte çok acılar ve yanlışlar yaşandı. Şimdi oralara girmenin zamanı değil. Altılı masanın önderlerinin değerleri olduğuna inanıyorum. Mesele yola çıkılan birlikteliğin başarıya ulaşmasını sağlamak. Halkı ikna etmenin yolu, bu birlikteliği başarıya ulaştırmaktan geçecektir. Şimdi biz Türkiye’yi iyi biliriz. Her yeri dolaşan bir insanım. Bu toplum ağlaşmasını çok sever. Ancak, ağlaşmak başka bir şey, talepkâr olmak başka bir şey. Örneğin, bir mahalleye gitsek, insanlarla konuşsak o kadar çok ağlaşmaya tanık oluruz ki, ekonomik, kültürel ya da çocukların geleceği, eğitimi, sağlığı konuş; hepsi ağlaşırlar. Ağlaşmak kolay iştir. Ama sonra tevekkül duygusu dile gelir, ‘ne yapalım Allah’a havale ediyoruz’… Allah’a havale etmek biçiminde bir kültür var. “Bu halimize şükür” durumu var. Tamam bunlar var ama kabahat denen bir şey de var. Gelen iktidarın, talepkâr bir toplumu, hayatını talep eden bir toplumu oluşturması gerekiyor. Hukuku talep ediyorum, adaleti talep ediyorum, halkın sağlığını, sağlık meselesinin uygun biçimde yayılmasını talep ediyorum. Özel hastanelere bakınız, anlatılmaz paralar istiyorlar. Devlet hastanelerinde de müthiş bir kuyruk var. Doktorlar perişan. ‘Günde 60 kişiye ben nasıl bakarım’ diyor. Doktor, bakamaz, tam anlamıyla tahlil edemez. Bunu talep edeceksin. Temel meselemiz hayatımızı talep etme üzerine olmalıdır. Üniversitelerin haline bak ya. Geçerken bazı apartman dairelerine bakıyorum. Bilmem ne üniversitesi yazıyor. Bizim zamanımızda üniversiteye girmek müthiş bir işti. Cumhuriyetin eğitim politikası, daha ilkokuldan başlayarak, aydınlık ve modern bir toplumun kurulması üzerine inşa edilmişti. Bir okul açıldığında kütüphane kuruluyordu, çocuklara kitap alışkanlığı veriliyordu. Öğrenciler arasında ‘Kitap Kolu Başkanı’ olmak gurur vericiydi.
- Düşünen, talep eden insan hep itici gelmiştir, tüm dünyada böyle değil midir?
Orta çağ nasıldı biliyorsunuz değil mi? Dini otoritenin etkisiyle oluk oluk kanlar aktı. Yani demokrasiyi inşa etmek, laikliği inşa etmek kolay işler değildi. Ama bizim Cumhuriyetimiz bunu yaptı. Kuruluş olarak eksiği fazlasıyla yaptı. Ama o şartlarda daha fazla ne yapabilirdi ki? Kimse kalkıp karıştırmaya kalkmasın. Bir sürü uygulamayı eleştirebiliriz o günler için… Ama o günün şartlarına bakacaksınız, cahil bırakılmış bir kesim var. Anadolu'daki insanlar en yoksul kesim ve üstüne bir Cumhuriyet, yeni bir sistem kuruluyor. Hiç kolay değil. Cumhuriyet’in kazandığı mevziiler vardı. Ama bugün bunların da darmadağın olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Toplumsal anlamda söylüyorum, sosyolojik olarak bir çözülmenin içindeyiz. Bunu trafiğe çıktığım zaman insanların davranışlarında bile yakalıyorum. Bu toplumsal çözülmeyi acilen toparlayıp bir yoluna sokmak, modern kültürel süreci kurtarmak lazım.
- Yeni kuşak mutlu mu?
Türkiye’de bir sürü mesele kuşatılmış. Ülkemiz bir çeşit kültürel işgal altında. Basına, televizyonlara bak… Şimdi birkaç kanal var. Onlar da yeni kurulmuş başka bir pencere açmaya çalışıyor. 20 yaşına gelmiş, 2000’li yıllarda doğmuş çocuklar hangi rüzgârda yetiştiler? Ve tüketim toplumunun sunduğu ürünler noktasında doygun olmadıkları halde başka nitelikte haller görüyorum. Çalışan çocuklar görüyorum, onlar da alın terinin ve emeğin kavgasını veriyorlar. Bir sürü işsiz şu anda mutsuz yani. Gençler yurt dışına gitmek istiyor. Çünkü, Batı’nın sunduğu imkanlar var. Tabii bir de dış göçler nedeniyle oluşan başka bir kültür ortaya çıktı. Siyasi kültür aydınlık gelişmeyi beslemiyor. Bütününe baktığımız zaman, ülkemde siyaset dilinin böyle olmasını taşıyamıyorum sırtımda. Beni düşünceye sevk edecek, beni heyecanlandıracak, bana gerçekten soylu bir kültürel üretim biriktirecek müdahalede bulunmuyorlar. Siyaset kültürünün bütününden bahsediyorum. Kendi yarışları kendi değişimleri noktasında bir üslup var. Benim hayatım nerede? Gençler bunu sormalı. Ve karşılık görmeli gençler. Bu algılamalar gençlerde olumlu bakış oluşturur ve başka ülkelere gitme isteğini durdurabilir. Gençlik üzerlerinde bir politika yok. Şimdi Kemal Bey bir şeyler söylüyor, gençler için vaatte bulunuyor. Dilerim, söyledikleri hayata geçer.
- Metin Akpınar ile yaptığım bir röportajda ‘1980 yılında Kenan Evren döneminde bile biz çıkıp Zeki (Alasya) ile birçok siyasetçiyi çok güzel eleştiriyorduk ve hiç de bir ceza falan olmuyordu. Şimdi bunu yapamıyoruz’ demişti. Katılıyor musunuz?
Bu ülkede gazetecisi, sanatçısı, siyasetçisi, sosyal medyada iki laf eden gençler mahkemelere dolduruluyor, hapishanelere atılıyor. Açılan mahkemenin sayısını televizyonlardan takip ediyorum. Böyle şey olur mu? Böyle bir demokratik toplum olabilir mi? Metin Akpınar doğru söylüyor. Ben Süleyman Demirel’den bahsedeyim size. Abdi İpekçi’yi oynadığım zaman kendisiyle görüştüm. Hatta o da oynadı filmde. İpekçi öldürülmeden bir hafta önce Demirel, Türkeş ve Ecevit ile görüşmüş. O sahneleri çekeceğiz. Parlamentoda buluştuk. Makyaj yapılıyor, o kadar esprili ki… Makyaj yapan arkadaşa ‘Kızım şuraya da sür, buraya da sür’ diyor. Bana dönerek ‘Halil, Mehmet ne yapıyor?’ dedi. Ben, ‘Kim başkanım kim’ dedim? Benim İznikli olduğumu biliyormuş. ‘Belediye başkanımız’ dedi, ‘Mehmet iyi mi, memnun musunuz?’ dedi. Adamın seni muhatap alış kültürüne baksana. Onu da bırak. Ankara Güniz Sokak’ta oturuyordu, aynı sokakta bir evde oturuyordum. Tiyatro yapıyorduk, sabaha kadar provalar sürüyordu. Provadan çıkar Kuğulu Park’ın oralardan geçerdik. Süleyman Bey de yanında iki insanla karşı kaldırımda yürüyerek parlamentoya veya Başbakanlığa giderdi. Geçerken el sallayarak bizlere ‘Merhaba çocuklar’ derdi. Adama en muhalif olduğumuz zaman, biliyor musun?
- Eski videoları çok izlerim. Eskiden siyasetin dili naifmiş. Mesela bir Bülent Ecevit’le bir Süleyman Demirel veya bir Alpaslan Türkeş birbirlerine hiç hakaret etmeden seçim programlarını yürütüyorlarmış.
Benim Bülent Beyle (Ecevit) çok hukukum vardı. Onlar bu ülkenin Cumhuriyet çocuklarıdır ve niyetleri Cumhuriyet kültürüdür. Eleştirebilirsiniz, tartışabilirsiniz tabii. Türkeş beni görünce ‘Halil ne haber’ derdi. Keskin çatışmalar içinde, komando kültürüyle karşı karşıya olduğumuz günlerdi bahsettiğim zaman. Onların genç örgütlenmelerinde uygar bir adam gibi oturup sohbetler ederdik. Şimdi bu nedir? Bugün yaşananlara baksana. Bu zamanki siyasi konuşucuların ağızlarına, üsluplarına dayanamıyorum. İnan ki bu bir siyasal çıkış değil. Benim topraklarımda beni yönetenler bu dille konuşamazlar, konuşmamalılar. Bu itiraz benim hakkımdır. Her gün Demirel’i anlatan karikatür olurdu. Allah aşkına, hiç kimseyi mahkemeye verdi mi. Devr-i Süleyman’ı oynadık. Bunlar gelip oturup seyrediyorlardı, gülüyordu, hiç kıyamet kopmuyordu. Biz burada büyük bir kültürün çocuklarıyız. Buradaki gibi başka bir Anadolu toprağı var mı? Bana gösterin. Çin'de bir tane kültür var. Her yere buradan gitmiş. İsa burada, Musa burada, Muhammed de burada. Büyük kültürlerin sahibiyiz. Frigya’dan başla Hititler’e git; Sümer’den başla, başka yere git, hep biziz. Peki, nerede bu uygarlık, nereye gitti? Gökyüzüne mi uçtu?
BENİM GEÇMİŞTEN ALACAĞIM VAR
- Hayatınızı anlatan kitap yazmak konusunda ikilemde kalmıştınız Hala aynı düşüncede misiniz?
Yani şöyle anlatayım. Herkes bir ara kitap çıkarttı, önüne gelen kitap çıkarıyordu. Emirgan’da ‘Baba Evi’ni çekiyoruz. Makyaj odasında İsmet Ay ve Altan Karındaş ile beraberiz. İsmet abi hayatından hep anılar anlatırdı. Sosyete, entelektüel ve sanat çevresinde yoğun bulunmuş, çok şey görmüş bir adamdı. Gene bir anı anlatıyor. Cahide Sonku, büyük yıldız o zamanlar. Darülbedayi Şehir Tiyatrosu’nda Muhsin Bey’in de en şaşaalı dönemi. Sonku, tütün tüccarı İhsan Doruk ile evli ve Gümüşsuyu’nda oturuyordu. Evi de tam Park Otelin karşısında. Bir gün Cahide Hanım evdeyken, eşi İhsan Bey Adnan Menderes’i getiriyor. Neyse uzun lafın kısası orada bir durumlar oluyor ve Sonku, gür sesi ile Menderes’e ‘Lütfen evimi terk edin beyefendi’ diyor. (Menderes çapkın adammış ya)… İşte İsmet abinin anlatması bu. ‘Abi yazsana bunları bir kitapta’ deyince, bana ‘O kadar şey yaşadım gördüm ki, yazarsam kıyamet kopar be oğlum. Boş ver benimle gitsin her şey’ demişti. Bugünlerde birçok kişi hayat hikayesini yazıyor. Bana da çok teklif geldi yayınevlerinden. Kabul edemedim. İsmet abinin bu tavrı beni çok etkilemişti. Ama sonunda İletişim Yayınevi ile bir anlaşmaya vardım. Yavaş yavaş hazırlanıyorum. Röportaj biçiminde bir kitap istemiyorum. Yazdıklarım, anlattıklarım bir roman tadında olmalı. Çünkü ben gelişimim içinde, çocukluğumda, ilk gençliğimde, üniversite yıllarımda, tiyatro maceramda, sinema yıllarımda, hapishane yıllarımda ve askerlik yıllarımda bir roman gibi yaşadım Mezin. Ama bir şey söyleyeyim mi? Yazdığımda çok tartışma çıkabilir. Değineceğim o kadar çok şey var ki… Ben İznikliyim. Annemin tarafı, tımarlı sistemden sorumlu Ethem Ağa’nın çocukları… Babamın tarafı Halil İbrahim Ağalar… Benim adım da Halil İbrahim biliyorsunuz. Halil İbrahim dedem de Cumhuriyeti kuran ilk meclis üyesidir. Yaşayan 500 yıllık aileyiz. 1905 yılında yapılan nüfus sayımında İznik’in nüfusu 500 kişi imiş. Yarısı Rum yarısı Müslüman aile. O Rum insanlar da 1919-20’lerde çekip gidiyorlar. Hep içimde onlara eski İznik’i sormak isteği var. Kim bilir belki bir gün gider bilgiler alır, arşivleri araştırırım. Yunanistan’da kurdukları bir kasaba var Nikea (İznik’in eski adı)… Belki bir gün giderim.
‘MUZ’U LİSE YILLARIMDA TANIDIM
- Siz varlıklı bir ailenin çocuğu olmanıza rağmen sol görüşlü, devrimci gruplar içerisinde olmanız aslında ilginç bir hikâye geldi bana…
Ailem başka bir ailedir. Hani ne derler; köklü ailedir ve iyi yetiştirildik. Hiç aç gözlü olmayan, açlığı da olmayan, doygun, toprağa bağlı bir aileydik. Yani o zaman yoksulluk yok ama yoksunluk var. Ben muzu lisedeyken tanıdım. Nereden gelecek, hangi yolla muz gelecek satılacak. Portakal bile sandıkla gelirdi. Ama ailem, bir Cumhuriyetçidir. İnsan olmanın, alçak gönüllü olmanın değerini bilen, iyiliklerle dolu insanlardır. Ben de hayata öyle baktım. Haksızlığa karşı çıkmak, memleket sevgisi taşımak, emeğin hakkını savunmak, insanların acısına ortak olmayı bilmek benim yetiştirilme tarzımda var. Ve ben hayatı, doğayı ve insanı seven insanlardan oldum.
- Şimdi gözlerinizi kapatın, anne evindesiniz. Burnunuza ne kokusu geliyor?
O kadar zor bir soru sordun ki? Annemin kokusu geliyor. O her şeye hâkim olan bir kadındı ve babam da bir melekti. Hapisten çıktıktan sonra İznik’e döndüm. Döndüğümde gördüm ki, annem kitaplarımı merdivenin altına duvar örüp saklamış. Ben hapisten çıkıp kasabaya geldiğimde kitaplarımı sordum. Kız kardeşlerim ‘orada abi’ dediler. Briketle yapılmış duvarı yıktım. Bir kitaplık gibiydi. En küçük parçayı, not kağıdını bile saklamış annem. Anacığımı anlatmak için bunu söylüyorum. Mesela, bir gün odamda kitap okurken, uyuyakalmışım. Alnımda esinti eser gibi oldu ve alnıma bir öpücük kondu. ‘Yavrum’ diyen annemin sesini duydum. Hiç gözümü açmadım, annem usulca çıktı gitti odadan. Yahu, annem beni çok seviyormuş dedim kendi kendime… Bizde çok göstermelik, biçime dönüşen sevgi gösterisi yoktu. Hele ki, erkek çocuklarına karşı… Sonra ben annemi yeniden keşfetmek yoluna girdim. Annem başka türlüydü artık hayatımda. Annemin aynı zamanda bir kadın olduğunu da düşündüm. Babam da ona hayrandı. Hatta, bir höşmerime doyamadım bir de Fatma’ma doyamadım derdi. Sonra annemle başka türlü sohbetlere başladım. Ve bir gün bana dedi ki, ‘baban bir gün bile yeni giydiğim elbiseyi fark etmedi’ demişti. Düşünsene bir kadın, yıllarca aynı yastığa baş koyduğu adamın yeni giydiği elbiseyi fark etmesini istiyor. Tamam babam çok seviyordu ama bir kadın başka incelikler de istermiş. Annem işte bana bunu öğretti. Bir defa daha annemi tanıdım.
Gün geldi babamı kaybettim. Çok üzüldüm elbette. Çünkü bir fiskesini yemediğim, bir kötü cümlesini duymadığım, kimse için kötülük düşünmediğini bildiğim bir insanı kaybettim. Dört yıl sonra annemi kaybettim. İstanbul’daydım, sabah telefon çaldı. Kız kardeşimin eşi ‘anneyi kaybettik’ dedi. Ramazan ayı sahura kalkmış, teyzem var yanında sessizce gidivermiş. Öyle kaldım, oturduğum evin altında arkadaşım Füsun Demirel oturuyordu. Ona haber verdim. Eşiyle beraber bana destek verdiler. Kasabaya, İznik’e gittik. Sofanın orta yerine yatırmışlardı. Teyzelerim, akrabalarım, komşularım etrafındalardı. Sarılıp kokladım. Ve sonra defin işlemleri yapıldı. Annemizi gömdük, kardeşlerim akrabalarım, hep beraberdik. Her gidişimde beni uğurlamak evin balkonuna çıkardı annem. Dönüp bakardım son defa, el sallardı sessizce. Bu defa gene bindim arabama. Hareket ederken son defa dönüp baktım arkama, balkonda annem değil teyzelerim vardı. Ama el sallayan yoktu. Belki 100 metre gittim ve dedim ki kendime ‘İşte şimdi gerçekten yalnızsın Halil’… Şimdi seni affedecek kimsen kalmadı. Ne kardeşin, ne karın, ne çocuğun, ne komşun, ne dostun, ne gelinin, herkese dikkatli davranmak zorundasın. Ufacık hatanı bile affetmezler. Sen ne olursan ol bir sürü kötülüklerle tanımlanan niteliklerin olsun, bütün bunlara rağmen seni tek affeden, başını göğsüne dayayacağın tek insan annedir anne… Ve ben şimdi yalnızım gerçekten. Annemi kaybettim.
- İnsan annesi öldüğü gün büyürmüş
Aynen öyle. Çok şiirsel bir kadındı benim annem. Mesela, içindeki acıyı tarif ederken ‘Göynüm yanıyor’ derdi.
- Film çekimleriniz yeni bitti, biraz bahseder misiniz filmden?
Huzurevinde yaşayan bir karı-koca hikayesi. Devlet Tiyatrosu sanatçısı Ayşen İnci ile oynuyoruz. Yönetmen Metin Kuru. Genç bir yönetmen. Filmde, huzurevinden gitmek istiyor karı-koca. Bir kızları ve oğlanları var. Evliler. Ziyaretlerini aksatıyorlar. Baba diyor ki, ‘Deniyelim bakalım. Bir gidelim. Torun tonbak belki daha mutlu oluruz’… İşte film, oradaki macerayı anlatıyor.
- Son olarak ne söylemek istersiniz?
Birincisi bana bu kadar geniş kendimi anlatma imkânı verdiğiniz için teşekkür ediyorum. Ama asıl söylemek istediğim, bu röportajı okuyacaklara ve size; “Bu söyleşi içinde geçirdiğimiz bu zamanı tekrar yaşamayacağız. Yaşanmıştır, bitmiştir. O zaman her anı yaşamanın anlamını ve değerini boş bırakmayalım. Bu günlerde yaşadığım gönlüme düşen duygularımı anlatayım. Tarihi dönemlerime bakıyorum. Çocukluğum, gençliğim, okul yıllarım, üniversite yıllarım, tiyatro, askerlik hayatım. Sinema yıllarım ve o yıllarda yaşadığım insanlarım… Arkadaşlarım, meslektaşlarım, yakın akrabalarım, tanık olduğum değerli insanlar, bakıyorum ki, bir elin on parmağı kadar kalmış. Ve diyorsunuz ki, her hayatın bir sonu var. Ve bu da bir yalnızlıktır biliyor musunuz? Ortak arkadaşları kaybetmek de bir yalnızlıktır. Geçen gün, öyle düşünürken özellikle meslek ortamında çok sık birlikte olduğumuz, bir masada buluştuğumuz arkadaşlarım vardı. Yönetmenler, oyuncular, senaristler, yapımcılar, en az 10-15 kişi olurduk o masamıza oturup kalkan. Bir düşündüm, o masadan geriye iki arkadaşımın kaldığını fark ettim. Öbürleri ışıklar içinde yatarken, bizler her şeye rağmen yaşadığımız hayatı değerli bulmalıyız, sevmeliyiz ama insana yakışır bir hayatı da savunmalıyız….”