İlkeli Söz; Çokbilmişliğin kimseye bir faydası görülmemiş bugüne kadar.
Bugün de İlkeli Köşemin bir konuğu var. Ruhu şad olsun, gerçekten hayat neşesini son ana kadar kaybetmeyen, yaşı olmasına rağmen, ruhu genç ve ruhunun gençliğini sonuna kadar etrafına yansıtmaktan çekinmeyen, hayat doluluğu ile, başarılarıyla hem gündemde kalıp hem de adından övgüyle, sevgiyle bahsettirmeyi başaran bir isim; Pakize Suda.
Pakize Suda, 23 Nisan 1952 yılında İzmir'de dünyaya gelmiş, oyuncu ve yazarlık yapmıştır. Öte yandan sunuculuk da yapan Suda, 17 yaşında Ege güzeli seçilmiştir. Girit Türklerindendir. Demans tanısı konulan Pakize Suda, 70 yaşında hayatını maalesef aramızdan ayrıldı. Hastalığı nedeni ile Muğla’nın Fethiye ilçesinde özel bir bakım evinde kalmaktaydı. Demans hastalığı ile mücadele eden Suda, hastalığının ilerlemesi neticesinde kimseyi tanımıyor ve hatırlamıyordu. Böylesi hayat dolu bir insan için biraz üzücü ama belki de onun açısından bakıldığında pek de o kadar hazin bir son sayılmazdı. Sanat camiasının en yakınılası gerçeği vefasızlık olan bir dünyanın insanı olarak olası vefasızlıkların yaratacağı üzüntülerin hiçbirini yaşamadı. Bir de bu açıdan bakmak gerek bence zira hepimiz bir gün ölümü tadacağız öyle değil mi! Neyse bu kadar hüznün içinde Pakize Suda’nın bir pazar yazısı ile tam da Suda’ya yakışır bir şekilde yazımı tamamlamak isterim.
‘Kasaba esnafından biri olmalıydı kocam. Akşam güneşi batmadan dükkanı kapatıp eve gelmeliydi. Evimiz bahçeli olmalıydı. Yaz akşamları sulayıp serin serin oturmalıydık.
Ben orta boylu, tıknazca, ev hanımı olmalıydım. Cinsiyeti önemli değil, eli ayağı düzgün iki çocuğumuz olmalıydı. Derslerine yardım edecek kadar eğitimim olmamalıydı ama ara sıra "Dersinizi bitirdiniz mi?" diye sormalıydım. Daha çok üstleri başlarıyla, yedikleri içtikleriyle, öksürükleri aksırıklarıyla ilgilenmeliydim. Yavaştan yavaştan çeyizlerini düzmeliydim. Her ayın 15’i kabul günüm olmalıydı. Ellerime sağlık kekler, poğaçalar yapmalıydım. İnce belli bardaklarda çaylar ikram etmeliydim. Sabahları hırkamı omzuma alıp komşuya kahve içmeye geçmeliydim.
Patlıcan biber kızartmalı, reçel kaynatmalıydım. Akşamları özene bezene sofrayı kurmalıydım. Kocam ajansı dinlerken ben lafa girmeliydim, o, "Sus hanım bi dakka!" demeliydi. Böyle dese de beni çok sevmeliydi. O uyuklamalıydı, ben bulaşıkları yıkamalıydım, çocuklar ders çalışmalıydı.
Bazen akşam oturmasına komşular gelmeliydi. Öyle harem-selamlık değil ama kadın-erkek ayrı oturmalıydık.
Erkekler memleketi kurtarırken biz bütün kasabayı dilimizden geçirmeliydik. Herkes birbirinin eşine "Falanca Bey", "Filanca Hanım" diye hitap etmeliydi.
Yanlışlıkla bacağımız, göğsümüz biraz açılıverse yüzümüz kızarmalı, hemen toparlanmalıydık. Şehvetten uzak, şefkate yakın bir cinsel hayatımız olmalıydı. Gözümüzü birbirimizde açmış olmalıydık, öyle de sürüp gitmeliydi.
Zaten etrafımızda evli barklı komşularımızdan başka kadın olmadığından. Dükkánda çelimsiz çıraktan gayrı öyle sekreter falan çalışmadığından.
Ortalıkta gidilecek bar mar bulunmadığından. Mankenler bizim kasabaya uğramadığından. Ve kocam efendi bir adam olduğundan beni aldatmamalıydı. Tamam abarttım biraz. Belki de böyle bir aile yapısı örneği kalmamıştır artık. Ama, acaba diyorum. Buna benzer bir hayat tarzı beni daha mutlu eder miydi? Kendim de dahil uçuk kaçık insanlardan gına geldi. "Normal"liği özlüyorum. Özgürlüğün tadını çıkaralım derken suyunu çıkardık galiba. Herkes çok zeki, çok akıllı, çok bilgili, çok şu çok bu. Ve de çok mutsuz. Prozac’lar leblebi misali. Çokbilmişliğin kimseye bir faydası yok galiba.’ Ne güzel ifade etmiş di mi! İlkeli Sözüm bu olmalı dedirtti!