İKİ FİLM BİRDEN: BARBENHEIMER

Hollywood’un altın çağında, sinema salonlarında, gişe hasılatında iddialı filmlerden önce düşük bütçeli, yıldız oyuncusu olayan bir B filmi gösterilirdi. Western filmlerle başlayan bu gelenek daha sonra  bilim kurgu ve korku filmleriyle sürdü. Ülkemizde de “karete filmi” denilen uzakdoğu aksiyon sineması örnekleri veya erotik filmlerler bu pazarlama yöntemi kapsamında gösterildi 80’li yıllara kadar. 

Geçen ay gösterime giren iki film tüm dünyada o kadar çok izlendi, konuşuldu, kıyaslandı hatta sosyal medyada iki filmi harmanlayan “Barbienheimer”  akımı afiş ve fragmanlar ortaya çıktı ki yazının başlığı kendiliğinden oluştu. 

Bu arada Barbie’yi, B filmi olarak sınıflandırdığımız düşünülmesin. Oppenheimer gerek tarihi, karmaşık konusu ve kurgusu, gerek çekimde kullanılan teknoloji ile aylar öncesinden konuşulmaya başlandı. Barbie’ninse iddialı oyuncu kadrosu ile oyuncağın yarattığı alt kültür mirasını bir fenomene dönüştürecek çılgınlığa yol açacağı tahmin ediliyordu. Ancak içerdiği feminist mesajlar bir çok insan için sürpriz oldu. Çünkü kadın bedeninin metalaştırılması, belli bir vücut tipi ve saç-göz renginin güzellik kriteri olarak belirlenmesi, kısacası erkek egemen görüşün küçük yaşlardan itibaren kadınlar tarafından içselleştirilmesini sağlayan bir oyuncak olarak görüldü Barbie şimdiye dek. Oysa filmdeki Barbie, erkeklerin egemenliğine karşı hem oyuncak hem de gerçek dünyada ayaklanıyor. Bu, kapitalizmin kendini yıkmaya çalışan en büyük hareket ve ideolojileri bile ticari birer ürüne çevirmesi kabiliyetinin son örneği olarak ayrı bir yazı konusu olabilir. 

Hazır derin konulara girmişken Oppenheimer gösterime girer girmez Z kuşağının “izledik ama hiç bir şey anlamadık” itirazları ile gündeme gelmesini hatırlayalım. ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarını geliştiren Manhattan Projesi’nin fizik ayağının lideri Robert Oppenheimer şair ruhlu bir entelektüel, sosyalist. Bir Yahudi olarak en önemli motivasyonu Nazilerden önce atom bombasını geliştirmek. Oppenheimer’ın atom bombasının yarattığı devasa yıkımla yaşadığı  şok ve pişmanlık, ABD içindeki anti komünist soruşturmaların ve casusluk suçlamalarının hedefi olmasını kolaylaştırıyor. Kuantum fiziği alanındaki çalışmalarıya tanınan bu bilim insanının yaşam öyküsünü bilim, savaş, siyaset ve kişisel husumetler gibi farklı açılardan ele alan filmi izlemek için elbette İkinci Dünya Savaşı, ABD tarihi ve kuantum fiziği konusunda az da olsa bilgi sahibi olmak tabii ki bir avantaj ancak filmin estetiği, kuantum fiziğine gönderme yapan sonu ve kurgusu, izleyiciyi üç saat boyunca koltuğunda tutmaya yetiyor. 

Sonuç olarak dünya çapında yarım milyar dolardan daha fazla hasılat yapan Oppenheimer ve bir milyar dolar barajını aşan iki saatlik Barbie önemli bir değişime yol açtı. Genci yaşlısı herkesi etkisi altına alan sosyal medyada 15-20 saniyelik videolar dışında bir şey izlememe eğilimini değiştirdi.

Belki de bu yüzden efsanevi yönetmen Coppola “Barbie ve Oppenheimer’ı henüz izlemedim, ancak insanların onları izlemek için büyük salonları doldurması ve bunların ne devam filmi ne de yeni bir serinin başlangıcı olması, yani gerçekten tek seferlik olmaları sinema için bir zafer" dedi. 

İki iddialı filmin de pandemi sonrası dijital platformlar yerine sinema salonlarında gösterime girmesi dünya genelinde olumlu bir hava yarattı. 

Sosyal medyanın sığ ve kısır görsel dünyasından sinemanın derinliklerine uzanmak kadar uzun bir aradan sonra dolu salonlarda film izlemek hepimizin ruhuna iyi geldi. Ama sağlığımıza değil! İngiltere’de Covid’in yeni bir varyantı Eris’in sinema salonların dolması ile ortaya çıktığı ve giderek güçlendiğine dair haberler çıktı. Bakalım ruhumuzu iyileştirirken fiziksel sağlığımızdan olmak, Covid-19 sonrası dünyanın sosyolojik Barbenheimer örneği mi olacak?